22 Şubat 2010

ŞUBAT’I KONYA’DA NOKTALAMAK

İzmir’de son günüm ve bu akşam uçağıyla ayrılıyorum. Eve gideceğim ve Pazar gecesi tekrar yola çıkacağım. Şubat ayını Konya ile kapatacağım. Mevlana Hazretleri beni çağırmıyor, ama pervasız bir yolcu olarak Konya’ya gidiyorum. Birkaç ay önce yine Konya’daydım ve elim telefona yapışmıştı. Sürekli halamın oğlunu arıyor ve çocuğu sinir ediyordum. Yine Konya yolu bana göründü ve bu sefer sürekli halamın oğlunu sinir etmeyeceğim. Yine Mevlana’dan feyz almayacağım ve yine otel odasında kendimle kavga edeceğim ve yine Konya’nın soğuk havası beni çarpacak. Çok fazla karamsar gözüküyorum ve belki de öyleyim, ama yaşadığım yorgunluğun ve zihin bulanıklığının semeresi bu. Önümüzdeki birkaç ayı belasız atlatırsam ve nispeten daha düzenli bir hayata sahip olursam, bu deniz nispeten durulur ve başımın ağrısı geçer. Sürekli otel odalarında kalıyorum ve bu durum huzursuzluğumu tetikliyor.

2009 Şubat ayından bu yana geçen zamanı zihnimde damıttım ve ne kadar çok hedef sapması yaşadığımı gördüm. Pervasızca bir yılı harcamışım ve sıfır bakiyeyi kabullenmişim gibime geldi. Ben böyle pervasız biri değilim, ama demek ki direnememişim, müdahil olamamışım. Hani bazı gıcık avukatlar vardır ve her davaya müdahil olmayı kendilerine görev addederler ya. İşte, ben de gıcık bir avukat olmayı başaramadım ve kendi hayatıma müdahil olamadım. 2010 yılının özel bir anlamı olmasını istemiştim ve hep içimden dua ederdim: “ Ne olur 2010 farklı olsun…”. Ama gel gör ki yine bazı şeyleri değiştiremedim. Mehter yürüyüşü yapıyorum sanki. Hedefime doğru ilerliyorum, ama bir bakmışım ki gerisin geriye dönmüşüm. Mehter yürüyüşüne laf atmam çok saçma oldu. Mehter yürüyüşünde bir coşku ve anlam vardır, ama benim hayat yolunda yürüyüşüm öylesine saçma ve anlamsız ki…

Sabah arkadaşla, işe gelmeden önce konuştuk ve dedim ki: “Sen ve ben 50 yaşını bile zor görürüz; çünkü her sabah puaça, her öğlen hazır ve ağır yemek ve her akşam sağlıksız beslenme. Bu gidişle ancak 35 yaşında baba oluruz ve çocuğumuzla aramızda devasa yaş farkı olur.”. Sağlıksız ve düzensiz bir hayatın bakiyesi işte budur. Düzenli ve huzurlu bir hayat istiyorum, ama yetişemiyorum bu emelin elimden hızla kaçmasına. Dünyanın malında gözüm yok, fakat düzenli ve huzurlu bir hayat istiyorum. 2008, 2009 geçti ve 2010 hızla geçiyor. 2011 beni anlayacak mı? Vesselam.

17 Şubat 2010

PERŞEMBE SABAHI BORNOVA’DAN YANSIYANLAR

Bugün İzmir’de açık bir hava var. Sabah oldukça erken uyandım, çünkü uykusuzluk sorunum devam ediyor. Erkenden şubeye geldim. Hiçbir personel yokken masama oturdum, çayımı yudumlamaya başladım ve bu satırları yazmaya başladım. Önce internette haber sitelerine baktım, ama çok kısa süre sonra interneti kapadım. Hep aynı haberler, hep aynı sıkıcı gündem ve hiç değişmeyen saçmalıklar: HSYK, Ergenekon, siyasi partiler, darbe girişimleri, laiklik ve dincilik, Kemalistler, milliyetçiler, sosyal demokratlar, muhafazakârlar ve asla bitmeyen siyasi kavgalar… Elbette belirttiğim konuların hepsi hakkında fikrim var, ama ideolojik konuların siyasi kavgaya dönüştürülmesinden hiç hoşlanmıyorum. Bırakın da herkes istediği gibi inansın, düşünsün ve davransın. Siyasi kavgaların ne anlamı var, bilemiyorum. Benim için önemli olan tek konu vardır: Türkiye Sevdası. Ülkesini seven insanların düşmanca kavga etmelerini anlayamıyorum. Birlik olalım ve ülkemizi bölmeye çalışan hainleri dışlayalım, ama daha henüz kendi aramızda anlaşamadık ki. Siyasi konuları bırakıp başka konulara geçmek istiyorum.

Biraz kendime vakit ayırmam ve içimi dinlemem gerekli. Sürekli yorgunum ve içimde fırtınalar kopuyor, ama bu hayat tarzını değiştirmem gerek. Yeni adımlar atmak istiyorum, yeni başlangıçlara yelken açmak istiyorum. Değişiklikler yapmam gerekli. Ama en uygun zamanda, en uygun yerde olabilmek önemli. Umarım ki kıyı göründü, deniz duruldu ve yakında karaya çıkacağım. Kendime uğraşlar da bulmam gerekli. Önümüzdeki yaz araba almak istiyorum. Arabayla uğraşmak beni rahatlatır mı? Hayır, ama değişiklik iyidir. Yabancı dil konusuna da iyice odaklanmalıyım. İyi bir fotoğraf makinesi almak ve amatör fotoğrafçılık yapmayı da istiyorum. Biliyorum ki hepsi boş uğraşlar, ama içimdeki hırçın ruhu dinginleştirmem gerekli. İçimde bir alev var ve bu alev her şeyi yakabilir. Kendimi sakinleştirecek uğraşlara ihtiyacım var. Dinlenmeye de çok ihtiyacım var. Yorgunum, çok yorgunum. Dinlenmek, sakinleşmek ve düzenli uyumak istiyorum.

İç huzuruna sahip miyim? Hayır, iç huzuruna sahip değilim. Çok hassas, hissiyat dünyası engin bir insanım ve bu durum nedeniyle içimde sürekli fırtınalar kopuyor. Birazcık gamsız, odun gibi bir insan olabilseydim keşke. Kul hakkına riayet etmeye çalışıyorum, kalp kırmamak için dikkat ediyorum, oldukça hassas davranıyorum, ama insanların çoğu öylesine pervasız ki, öylesine kırıcı ki ve öylesine kaba ki… İnsan nasıl olur da başkasıyla oynar, insan dediğin nasıl olur da başkasının hissiyat dünyasını alt üst eder, insan nasıl olur da başkasını sırtından vurur, bir ben öğrenemedim. Hoyrat, hissiz ve yalancı insanların insafsız davranışlarının semeresi neden sırtıma yükleniyor ki… Güven duygumu büsbütün mü kaybedeyim ve insanlardan büsbütün mü tiksineyim? Hatta güven duygumu çoktan kaybettim bile. Keşke hiç inanmasaydım, hiç güvenmeseydim, hiç umutlanmasaydım ve hiç bağlanmasaydım. Ey insanlar, bitmeyen bir hırsla şu dünyaya saldırıyorsunuz ve kalpleri kanatıyorsunuz, ama Azrail boğazınızı sıktığında ne yapacaksınız? Aslında hiç kindar bir insan değilim ve kolayca affedebilirim, ama artık bir karar aldım. Madem bu dünyada zalimlere sözüm geçmiyor, öyleyse zalimlere hakkımı helal etmiyorum ve sürekli haykırıyorum: “Zalimler için yaşasın cehennem!”. Zalim de kim demeyin. Zalim olan kendini bilir. Ve hatta eminim ki en büyük zalim, en büyük kalp kıran da bu satırları okuyacaktır. Vesselam.

RAMAK KALDI

İpte sallanan bir şeyler var
Sallanan ne, kim, neresi
Hani 5N1K var ya
İşte öyle
Bir tarafta haysiyet
Diğer taraftaysa dalkavukluk
Ayaklar baş olursa kıyamet beklenirmiş
İşte ayaklar baş, başlarsa ayak...
Haksızlık karşısında susana da dilsiz şeytan denirmiş
İncecik bir iplik ki yakında kopacak
Mağrur değiliz elbette
Kim sağlam çıkar bu sinir harbinden, bilemeyiz
Fakat yağdanlıkları doldurmayı asla düşünmedik
İp kopar ve düşerse yürekler,
İp kopar ve ezilirse haysiyetler,
Susarız ve sessiz çığlık oluruz
Ama öyle bir hesap yeri var ki
Ama öyle bir adil avukat var ki
Evet, belki de sabıkalıdır büyük yürekler
Evet, ebedi mücrimdir kocaman haysiyetler
Fakat biliriz ki ilahi adalet elbette tecelli edecektir
Firavunlar zanneder ki kendilerine ulaşamaz Azrail
Firavunlar geçmişte kaldı sanmasın kimse
Haysiyetsiz ve kişiliksiz insanlar da firavun değil midir
Başkasının sırtına basan dalkavuklar firavun değil de nedir
Bırakın da tapsınlar şu dünyaya
Bırakın da yuvarlanıp dursunlar ebedi mahkumiyete
Ve hatta alın, sizin olsun taptıklarınız
Taptıklarınız da sizin gibi muvakkat, sefil
Hey gidi sefiller, yuvarlanın hesap yerine
Alın sizin olsun taptığınız dünyalıklar
Bavulumuz hazır ve anında çeker gideriz
Eğilmedik sizler gibi ve inşallah asla eğilmeyeceğiz
Son sözümüz de hazırdır heybemizde
Gücümüz size geçmez, ama "Zalimler için yaşasın cehennem" der gideriz...

15 Şubat 2010

SÖZÜNDE DURAMAYAN ADAM İZMİR’DEN SELAM EDER

Yoldan geçen değil, sözünde duramayan adam… Bir daha yazmayacağıma dair söz vermiştim, ama iradenin hakkını vermezsen böyle olur. Çok sert görünen yüz ifademin ardında böylesine iradesiz bir hissiyat olmamalı. Zararım ancak kendimedir. Kendi halinde bir haykırışım sadece. Belki de yolun yarısını çoktan geçtim, ama yine de içimdeki vicdandan kurtulmayı başaramadım. Felsefeden kurtulmak ve daldan dala atlamak istiyorum. Daldan dala atlayarak kuşlar gibi özgür yaşayacağımdan değil. Sürekli kendimi tekrar ediyorum, ama aslında hayat sürekli tekrarlayan bir düş değil mi? İnsan, emel denizinde çırpındıkça çırpınır. Kimi şaşkın kıyıya çıkmayı başarır, ama kimi şaşkınsa da emel denizinde boğulup gider.

Bugün saat 6’da uyandım ve erkenden duş aldım. Saat 8 vapuruna yetişene kadar olan zamanı es geçelim. Saat 8 vapuruyla Bostanlı’dan Konak’a geçtim. İzmir’de açık, ama biraz rüzgârlı bir hava var. Vapurda denize ve martılara baktım. Ve yine vapurda elimi çok kötü yaktım. İşte, iflah olmaz bir adamım. Hava hafiften açıktı ya ve birazcık güneş doğmuştu ya. Elimi güneşe uzattım ve sanki canımın çıktığını sandım. Ben şaşkın şaşkın güneşe elimi uzattım, ama güneş yakmaz mı? Elim çok kötü yandı. Elimi sargılatmam gerek. İzmir, güzel İzmir, çirkin İzmir, yakan İzmir, üşüten İzmir… Elimi çok kötü yaktım ve elimden başlayan sızı kalbime doğru gidiyor. Ben üşüdüğüm için elimi güneşe uzattım, ama güneş elimle beraber benliğimi de küle döndürdü. Bu akşam, eğer hava bozmazsa, dışarıda yemek yiyeceğiz ve birazcık da Alsancak’ta hava alacağız. Aklımı bıraktım bir yerlere, ama bedenim diyardan diyara kendini atıyor işte. Dün akşam da eve geç geldim. İşten çıktıktan sonra arkadaşla buluştuk ve Konya pidesi yemeye gittik. Daha sonra Özsüt'te oturduk ve kahve içtik. Bostanlı'ya geldiğimde gece 11 olmak üzereydi. Gece 3 civarında yatağa girdim ve sabah 6'da kalktım. Bugün hava güneşli ve akşam umarım ki hava bozmaz. Cuma akşamına kadar İzmir'deyim. İzmir'e gelmem iyi oldu. İzmir'de kendime geldim biraz. Kafam öylesine bozuktu ki anlatamam. Bayağı bir dolaştım İzmir'de. Kendime geldim mi, hayır... Ama en azından biraz hava aldım ve dinlendim. Arkadaşla birlikte döneceğiz İzmir'den. Evimi ne kadar çok özledim. Haftaya keşke evimde olabilsem, ama mümkün değil. Seyyah oldum ve kendimden kaçıyorum. Önüme çıkıp beni durduran yok ki. Belki de kendimden kaçıyorum, ama artık kendimden kaçmak istemiyorum ki...

7 Şubat 2010

İLAHİ ADALETİN RUS RULETİ

Bu blog'taki son yazımdır bu.
Gidiyorum.
Ama İlahi Adalet'in Rus ruleti masasındayım.
Tek tabanca ve tek kurşun.
Biz canımızı koyduk bu rulete; çünkü kendimizden eminiz.
Haksız olanın canı çıksın desem, çok mu ağır olur?
Ama biz canımızı koyduk; çünkü haksız değiliz.
Haksız olanın bu rulette canı çıkmasın; ama orda öyle bir avukat var ki ve orda öyle zor bir hesaplaşma yeri var ki...
Dosyalarımızı avukatımıza ilettik ve İlahi Adalet talep ediyoruz.
O öyle bir avukat ki ve onun adaleti öyle keskin ki...
Söz ağızdan bir defa çıkmaz mı ve nasıl olur da insan der: " Öyle zannetmişim, ama öyle değilmiş..."
Güneş doğuyor zannettik, ama meğer karanlığın ülkesine gitmişiz.
Biz bu rulete canımızı koyduk, ama kindar değiliz ki can talep edelim.
Sadece İlahi Adalet tecelli etsin ,istiyoruz.
Yazıklar olsun doğmayan güneşe.
Yazıklar olsun vicdan taşıyan kalbimize.
Yazıklar olsun hepimize.
Elveda...

4 Şubat 2010

DOĞAN GÜNEŞİ DÜŞÜNMEDEN BİRAZ KENDİMLE DALGA MI GEÇSEM?

Az biraz havayı dağıtayım istiyorum. Biliyorum ki iflah olmayacak kadar duygu insanıyım. Mahlasıma bakın: "Yoldan Geçen Adam". Ya, yesinler senin yolunu. Azcık kurtul edebiyattan, psikolojiden, felsefeden:) Oy oy oy... Sanki dünyayı sen kurtaracaksın be adam. Aşağıya bir resim ekleyeceğim. Vallahi de billahi de bu blog'ta yazı yazan adama ait, ama yine yüzü saklı. Özellikle çektirmedim. Şimdi Maliye Müfettişi olan bir arkadaşım gıcıklığına çekti. Kordon'da resim çektireyim dedim, ama tam poz vereceğim noktaya daoğru ilerlerken resmimi çekeceğini söyledi. Hemen müdahele ettim ve "Dursana ya!" dedim ve elimle tepki verdim, ama nafile ki resmimi çekmiş.



Türkiye ve dünya hakkında inadına yazmak istemiyorum. Cukkaları cebe indiren nice köşe yazarından daha zekiyimdir ve kavrayışım fazladır, ama zaten memleketim dert yüklü. Al birini ve vur ötekine. Aynı siyasi geyikler, değişmeyen memleket manzaraları, tiksindiren yolsuzluklar ve haksızlıklar vb... Kendime hayrım yok ki memleketi kurtarayım. Nazım Hikmet bence çok yanılmış:
"ben yanmasam,
sen yanmasan,
biz yanmasak
nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa...". Yanılmış Nazım, hem de çok yanılmış. Nazım'dan yazdım diye adımız sosyaliste çıkmasın. Sosyalist değilim, ama ülkesini seven herkes kardeşimdir. 68 kuşağının hikayesi hep içimi burkar. Gencecik çocuklar, hepsi ülkesini seviyordu oysa, birbirlerini öldürmüşler. Türkiye sevdalısı herkes benim kardeşimdir. 68 kuşağının düştüğü hataya düşmemek gerek. Farklı fikirlere sahip olsak bile, Türkiye sevgisi hepimizi birleştirmeli.

Beyin çorbamdan bahsetsem olur mu peki? Aşağıdaki konular beynimde cirit atıyor ayrıca. "Tasarla, zamanla ve uygula" prensibine bağlı kalmalıyım, ama vıcık vıcık beyin çorbasına dönderdim her yeri. Konular:
- TOEFL kursu
- TOEFL IBT
- Yetki ve yeterlilik
- Certified Internal Auditor
- SPK Bağımsız Denetim Lisansı
- Kambiyo kursu vb vb vb vb...
Hepsinin hakkından gelirim, ama içimdeki fırtınanın dinmesi gerek. Fırtına diner mi, diner. Ama...Vesselam.

3 Şubat 2010

BİR HAFTANIN BAKİYESİNDEN DAMITTIKLARIM

Bir haftayı daha yemek üzereyim. Nasıl bir haftaydı? Verimsiz, bomboş, sıkıcı, gereksiz… Böyle yazmam aslında içimi sızlatıyor. Âdemoğlunun en büyük hazinesi zamandır, ama ben bu sıralar zamanımı, gençliğimi öylesine hoyratça tüketiyorum ki. Bu durum karşısında vicdanım titriyor, ama dur diyemiyorum. Dün akşam saat 21:00 civarında eve geldim. Bir kahve yaptım ki zehir gibi acı ve kitabı elime aldım, ama bir satır bile okuyamadım. Severek okuduğum bir kitap, ama günlerdir 202. sayfaya sabitlendim. Açtım bilgisayarı ve klasik şarkılara daldım: “Aşkımız Eski Bir Roman, Gökyüzünde Yalnız Gezen Yıldızlar, Hatırla Ey Peri, Beklenen Şarkı, Unuttun Beni Zalim, Sevil de Sevme…”. Aslında elim ve benliğim telefona kilitlendi. Ben şu cep telefonunu icat edene neden rahmet okuyayım ki. Eskiden kimsenin cep telefonu yoktu ve sabit telefonları da her an arayamazdık; çünkü konuşmak istemediğimiz birisinin telefona yanıt vermesi mümkündü. Bir hat yetmedi ve gittim ikinci faturalı hattı aldım. İyi mi oldu kontör devrini kapatmam? Kesinlikle hayır. Eskiden kontör olmayınca arayamazdım, ama şimdi iki hattım da faturalı ve bu durum sayesinde insan iyice sabırsızlaşıyor. Aramak istiyorsun sürekli, ama aradığın kişinin ne düşündüğünü bilemiyorsun ki. Ya mağara devrine dönsem, ateş yakarak haberleşmeyi denesem de gerginliğim biter mi? Telefona yapıştım ve sürekli telefonun çalmasını bekliyorum, ama inadına çalmıyor telefon. Şu telefon artık çalsa ve beklediğim güzel haberi alsam da huzura kavuşsam. Bu belirsizlik ortamında kendime gelmem inanın ki mümkün değil. Telefonun çalmama nedeni ya şuysa? Beni kırmamak, üzmemek için telefon çalmıyorsa… Hayır, ben hiç bilemedim insanları umutsuz bırakmayı, bana öğretilmedi kalpleri derin kederlere gömmek, bana hiç anlatılmadı nasıl insanı paramparça edebileceğim… İktisat okuyanlar bilir: Arz ve Talep Kuralı. Arz ve talebin kesiştiği nokta denge noktasıdır ( equilibrium )… Arz ettik ahvalimizi, ama elden gelen ancak bu… Şu telefon ne zaman çalacak ve bana müjde verilecek… Ya telefon çalar ve istemediğim bir haber kulaklarımda yankılanırsa! O zaman eyvah ki ne eyvah. Keşke odun gibi birisi olsaydım, keşke çok zeki olmasaydım, keşke birazcık kötü ve gaddar olabilmeyi başarabilseydim. Şu zehir zıkkım olaylara dur demenin vakti gelmedi mi, bir haykırış olup da avazı çıktığınca bağırmanın zamanı gelmedi mi? Kula kul olmadık, vicdan sahibi olduk, ama gel gör ki hata mı eylemişiz, bilemiyoruz şimdi. Aslında fazla iyimseriz belki de. Hiç çölde begonyalar açar mı, hiç oknaynusun dibinde güneş doğar mı? Gerçekler iç acıtır, ama kabullenmek gerek. Kalp yeterli değil işte. Kalp, beyin, maddiyat ve cismani artılar öne çıkar işte. Kabul ederim, bir öküz en güzel papatyayı çiğner veya hayasızca gırtlağından indirir, ama öyle bir sanallık ki öküzün değeri hiç bitmez. Sen koklamaya kıyamazsın dalında çiçeği, ama çiçeği kökünden söküp öldürenlerin peşinden koşulur, onlar için mücadele verilir, en yakınlarıyla çatışır insan. Bilirsin ki en adiler için nice mücadele verilmiştir, ama insan olana bir el uzanmaz. Bunları bilirsin ve görürsün ve yine de kabullenirsin, benimsersin, affedersin; ama bir anlamı olmaz yaptıklarının. Ne yazık ki böyledir, değiştiremezsin. Talep edilen bu muydu, sürekli istenen bunlar mıydı derseniz, hayır demeyi de biliriz. Ama öyle bir girift bilmece ki, çözemeyiz ve bu girdabın içinde boğulur gideriz. Her şeye rağmen yüreğimiz çok engindir ve asla kin tutmayız, bize uzanacak elleri asla kırmayız; ama o eller uzanmaz ve bir değer bulamaz hissettiklerimiz. Asla kin tuttuğumuz için bunları yazmayız, ama artık bize doğru adım atılsın isteriz. Biz bütün benliğimizle koşarken, inadına bizden uzaklaşma olursa da küseriz, bozuluruz, ama asla kin tutmayz. Böyle işte. Adam olmak idamlık suç bu memlekette. Yakında başımıza da ödül koyarlar ve her köşe başında peşimize hafiye takarlar. Peki sormaz mısınız, madem bunları biliriz, ama o zaman neden bu tuzağa düşeriz? Mantık yetmediğinden dolayı... Kalp ağır basar ve mantığı yener de ondan... Ama biliyoruz ki güneş asla doğmayacak dünyamıza.



Bu arada bir hususu özellikle belirtmek istiyorum. Gerçekten kim olduğum hakkında çeşitli iddialar olabilir, ama kimliğim konusunda emin olabilecek ancak üç beş kişi olabilir. Belki de bir kişi değiliz ve ortak yazılar yazan bir arkadaş topluluğuyuz, belki de emekli bir SAT komandosuyum ve emekli olmanın verdiği can sıkıntısını gidermeye çalışıyorum, belki de 65 yaşında bir psikologum ve uzun yıllardır İsveç’te yaşıyorum vb… Sonuçta kim olduğumun pek de bir anlamı yok. Vakti evvelinde mahlas kullanmadan yazılar yazıyorduk, ama bazı boş beleş insanlar yüzünden gerçek kimliğimizi heybeye kaldırmaya karar verdik. Gerçekten kim olduğumun bir anlamı yok, ama neler düşündüğümün önemli olduğunu bazı insanların anlamasını istiyorum. Devrimler yapmak, dünyaları yönetmek peşinde değilim. Bitmeyen bir hırsla dünya malına saldırmıyorum. Şeytanlarla işbirliği yapıp da mazlumların sefilliğinden yararlanmıyorum. Sadece ve sadece huzur, mutluluk peşindeyim. Dünyaya tapanlar, adiler, hırsızlar, şerefsizler, zalimler ne olur uzak dursun benden. Kimseyi rahatsız etmeye niyetimiz yok, kimsenin tavuğuna kış demiyoruz. İnsanca, onurluca, adam gibi bir hayat istiyoruz. Vesselam.

2 Şubat 2010

KARMA DÜŞÜNCELER

Bu yazımda daldan dala atlayacağım. Yazmak ve rahatlamak istiyorum. Ketum bir insanım ve fazla konuşmam, ama yazaraktan "oh be" demek istiyorum. Siyasetten, ülke sorunlarından özellikle bahsetmek istemiyorum; çünkü zaten milyonlarca hain var ve biz Türkiye sevdalıları oldukça tedirgin ve gerginiz. Ülkem üzerinde oyunlar oynanıyor, ama bir şey yapamıyoruz. Bu konu hakkında sadece şunları yazıp konuyu kapatacağım: Gerekirse hepimiz milisiz, askeriz, polisiz, özel harekatçıyız, komandoyuz ve bordo bereliyiz. Vesselam...

Evliya Çelebi'nin gülümseten öyküsünü bilirsiniz. Çelebi rüyasında Peygamberimizi görür ve heyecandan "Şefaat Ya Peygamber" diyeceğine "Seyahat Ya Peygamber" der ve seyyah olup alemi dolaşır. Ne zaman bu kıssa aklıma gelse gülümserim. Bu sıralar ben de çok dolaşıyorum. 5XXX sayılı kanuna aykırı davranmamak için fazla yazamıyorum, ama çok dolaşmaktan muzdaribim. Bütün oteller gözüme aynı gözüküyor ve ben evimi özlüyorum. Cuma akşamları ve Pazar akşamları evimde olamıyorum. Halbuki Cuma akşamlarını evimde geçirmeye bayılırım.

Issız bir gezegenim ve Doğan Güneşe hükmüm geçmez, ama karanlığımın altında ne hayaller, umutlar, hikayeler vardır, bilir misin sen Doğan Güneş? Artık Doğan Güneş hakkında da fazla yazmak istemiyorum; çünkü güneşe küsmek üzereyim. Gömüleceğim karanlıklara ve güneşsiz yaşamayı öğreneceğim. Mümkün mü? Mümkün değil:( Ah Doğan Güneş, en uzak ve ıssız gezegenleri ısıtırsın ve herkese merhamet edersin, ama bir benim dünyama doğmazsın ve hatta gizliden gizliye beni yakarsın, kavurursun. Başka dünyalara karşı cıvıl cıvılsın, ama beni ise cehennem gibi alevlerinde yakarsın. Bakma sitemlerime, umursama kırgınlıklarımı Doğan Güneş! Doğ artık şu ıssız gezegene ve aydınlat karanlıklar altına gizlenmiş, yeşermeyi bekleyen güzellikleri.

Hafta sonları, kalabalık bir aile meclisinde kahvaltı yapmayı çok özledim. Sobalı bir evde yaşayacaksınız ve çıtır çıtır yanan sobanın üstünde çay demlenecek. Huzurla uyanacaksınız ve sıcacık bir odada kahvaltı yapacaksınız. Kalabalık aile meclislerini çok özlüyorum. Bir zamanlar nispeten daha kalabalık aile ortamına sahiptim, ama şimdi öyle değil. Kimi yakınlar başka şehirlerde yaşıyorlar, kimi yakınlar evlenip gittiler ve kimi yakınlar sessiz gemiye binip bu dünyadan uzaklaştılar. Çok özlenirmiş çocukluğumda sahip olduğum kalabalık aile meclisleri... Nerdesiniz çocukluk yılları, kalabalık aile meclisleri, arkadaşlar. Zamanı durduramamak ve özlenen yılları tekrar yaşayamamak insanı üzüyor.

Başka bir özlemimden daha bahsetmek istiyorum. Sobalı banyoları bilir misiniz? İçinde çıtır çıtır soba yanan banyolar, sobanın üstünde kocaman su dolu kazan. Soba hem banyoyu sıcacık yapar ve hem de kazandaki suyu ısıtır. Çocukluğumda yaşadığım evin banyosu da sobalıydı. Günlük kullanımlar için tüplü şofben vardı, ama özellikle soğuk mevsimlerde, pazar günleri banyodaki soba da yakılırdı. Düşünün ki dışarda şiddetli bir kış, ama öte yandan da sıcacık bir banyo. Banyoya girerdiniz ve sıcakla ürperirdiniz. Sobanın içinde yanan odunların çıtırtısı şiir gibi kulağınıza çarpardı. Kızgın sobanın etkisiyle ısınan kazanın suyuyla yıkanmanın verdiği huzuru anlatmama gerek var mı? Çunur denilen kocaman taştan kap olurdu ve sıcak su çunurun içinde birikirdi. Gözlerimi kapardım ve sıcacık suyu başımdan aşağı dökerdim. Sobalı banyoyu, çunuru, sımsıcak suyun verdiği huzuru çok ama çok özlüyorum.

Lise yıllarımı da çok özlüyorum. Liseyi Kayseri'de okumuştum. Lisenin en çalışkan öğrencisiydim ve başarıdan başarıya koştuğum yıllardı. Tökezleyeceğim yıllar henüz gelmemişti ve ben de çok umutlu, çok heyecanlıydım. Medi Mehmet Fatih'i, Ülkücü Serhat'ı, Civciv Murat'ı, Erkan'ı, Öngüç'ü, Jale'yi, Dicle'yi, Mustafa Hocayı, Doğan Hocayı, Halil İbrahim Hocayı, Geveze Melih'i ve diğer arkadaşları; bulunduğum ortamı çok özlüyorum. Kayseri'nin karlı yollarında yürümeyi, okulda arkadaşlarla takışmayı, çocuksu şakalaşmalarımızı ve hatta huzurla ders çalışmayı çok özlüyorum. O yıllarda dünya henüz kirlenmemişti, aşklar tertemizdi ve hayaller masumcaydı. Büyüdük ve dünyanın kirli olduğunu anladık...

Birazda babam hakkında yazmak istiyorum. Aşağıdaki resimde ben ve babam var. Seksenli yıllar ve ben henüz 6 yaşındayım.



Nasıl da gülmüşüm pervasızca... Bir akraba evi ve zorla resim çekmek isteyen akrabalar. Babam zorla yakalamıştı beni ve resim çektirmiştik. Sen uzaklara gideli çok uzun yıllar olmuş Baba. Şimdi sadece hatıralar, karanlık hatıralar, silik hatıralar... Sen burdan gideli çok uzun yıllar olmuş. Kaç yıl önce gittiğini sayayım dedim, ama sayı saymayı da unutmuşum. Yıllar mı şaha kalktı, ben mi zamanın gerisine düştüm, bilemiyorum. Bu soruya yanıtım yok, ama çocukluğumu çok özledim. Çocukluğuma dönmek ve orada sabitlenmek istiyorum. Çocuktum, masumdum, çok mutluydum, dünyalarım vardı...

SEN DELİKANLIM

Gelmişiz şu dünyaya ve kader biçmiş çulumuzu. Gün gelecek ve biz sessiz gemiye binip gideceğiz, ama öyle nitelikli yaşayacaksın ki insanlar seni hayırla anacak ve melekler senin için ağlayacak. Hayvan gibi yaşamayacaksın, yüreğin çok engin olacak ve asla nefsinin kölesi olmayacaksın. Bilirim ki şu fani hayat ebedi yoklukla sonlanmayacak ve bir yerlerde insanlar yeniden hayata gelecek. Mazlum olmamak için direneceksin şu hayatta, ama asla zalimlerden de olmayacaksın. Yaşarken seveceksin hayatı ve her yeni güne daha güçlü, daha umutlu başlayacaksın. Haydi delikanlı, korkma ve meydan oku hayata, ama asla gücünden kesin emin olma. Sen çabala insanca, yüreğinle hareket et ve asla nefsinin neferi olma, ama baktın ki her yerde zulmet ve karanlık; engel olmaya çalış, engel olamıyorsan da nefret et karanlıklardan.

Sen delikanlım, bitmeyen savaşların yılmaz neferi, zulmet şeytanlarının ebedi düşmanı, bilgelik yolunun yorulmaz çocuğu, silkin ve mücadelene devam et. Sen ki hayat yolunda hep saffetini korumayı amaçladın, sen ki kalbine güvendin ve yüreğinin götürdüğü yere gittin. Öyleyse kalk ve tekrardan meydan oku bütün haksızlıklara, bütün zulmetlere. Karanlığı tek başına yenemiyebilirsin, ama gücün hiç mi yok ki karanlığa kılıç sallayamıyorsun? Sen ki hep vicdan sahibi oldun, sen ki kocaman beyninle şeytanların planlarına saldırdın. Evet, gücün sınırlı, heyben boş, ama yinede mücadele etmekten asla korkma. Dünyanda bir güneşin doğmasını istiyorsun, fakat güneşler hep batmak istiyorsa bile umudunu yitirme ve en azından güneşe doğru koşmayı dene.

Ey karanlıklar, haksızlıklar ve zulmetler, bakın şu delikanlıya ve titreyin korkuyla. Sizler şu muvakkat gücünüze tapıyorsunuz, ama karşınızda öyle bir delikanlı var ki kocaman kalbiyle ve beyniyle size her an saldırmaya hazır. Sizin gücünüzün hükmü ancak şu muvakkat dünyada geçer, ama şu delikanlının öyle bir avukatı var ki ve orda öyle bir hesap meydanı var ki... Ey zalimler, ey hainler, ey satılmışlar, şu delikanlı korkar mı sizden, şu delikanlı eğer mi boynunu sizlere ve şu delikanlı tapar mı sizin gücünüze?..

1 Şubat 2010

ÖYLE DEĞİL İŞTE

Çok uzun zamandır hava bulutluydu ve güneş doğmuyordu. Sürekli bulutlar, yağmur ve soğuk hava olması beni karamsar yapabiliyordu, ama bugün 09:27'de GÜNEŞ DOĞDU. Bir baktım sonsuz göklere ve gözlerim şaşa kaldı: DOĞAN GÜNEŞİMİ gördüm. Daha önce de hep belirtmiştim: Ben Akdeniz insanıyım ve DOĞAN GÜNEŞ olmadan yaşayamam. Bakın, 09:27'de güneş doğdu ve başımın ağrısı geçti. Daha önce başımın hep ağrıdığından bahsetmiştim ya. Şimdi başım ağrımıyor. Başımın arkası şişiyordu ve sanıyordum ki başım patlayacak ve her yer vıcık vıcık beyin çorbası olacak. Bilirim ki her güneş doğuşundan sonra güneşin batışı gelmek zorundadır, ama ben ne zamandır DOĞAN GÜNEŞ'in hasretindeyim. Durdurun zamanı, bırakmayın gün ışığını... Başka bir konuya geçeyim mi?.. Bir arkadaş aradı ve dedi: "Ya, yazılarını okuyorum ve çok karamsar olduğunu görüyorum.". Hayır, ben çok güçlü, mücadeleci ve yetenekli bir insanım. Hayattan kopmadım ve karamsarlığa boğulmadım. Yazarken maskelerimi çıkartıyorum ve bu yüzden yoğun hislerle kalemim kıpırdıyor. Ben böyleyim işte. Kimi zalim ve hain olur, ama benim gibi yürek ve beyinden ibaret yaratıklar da mevcuttur şu dünya denilen yerde. Takriben 80 kg civarında bir kütleye sahibim. Bu kütlenin 20 kilosu yürek ve 30 kilosu beyin olsa... İşte, kemiklerim çok ince ve güçsüz. Kalsiyum takviyesi gerek bana, ama süt, yoğurt, peynir vb çok pahalı :)Şaka bir yana, kendime bu akşamdan itibaren gelmem gerek. Eve gideceğim, duş alacağım, yemeğimi yiyeceğim, kahveyi ve yirmi adet fındığı götüreceğim, azcık TV denilen mahluka takılacağım ve saat on civarında patlamaya hazır bomba olacağım. Nerden mi biliyorum? Bildim, bilirim ve umarım bileceğim; çünkü bugün DOĞAN GÜNEŞ gökleri ve beni sardı...

İSKANDİNAVYA ve MURAKIP

Pazar günü saat 10'da zorla uyandım. Sımsıcak uykuyu bırakmak zordu, ama cibilliyetsiz mecburiyetler... Duş al, kendine gel ve kahvaltı derken öğle vakti geldi. Zorla TOEFL kursuna gittim. Dünyalarda kıyametler kopuyor, ama ben kursta bilimsel parçalar okuyorum ve TOEFL için kendime heba ediyorum. Akşam vakti eve döndüm ve birkaç saat televizyona bağışta bulundum. Saat 21 civarı odama çekildim, kahvemi yanıma aldım ve kitaba gömüldüm. Gece 12 olana kadar kitap okudum. Ah keşke hayali bir roman kahramanı olsaydım, bir kitabın sayfalarına gömülseydim. Uyumadan önce biraz müzik dinleyeyim dedim ve İlhan İREM'den nağmelere daldım...

İskandinav ülkeleri çağırıyor beni. Hiç güneş doğmayan ülkelere gitmek ve dondurucu soğuklarda beynimi uyuşturmak istiyorum. Sürekli başımın arkası ağrıyor bu sıralar. Bu baş ağrısından inanın ki bıktım. Sanki beynim büyüdükçe büyüyor ve başımın arkasına baskı yapıyor. Başımın patlamasına az kaldı sanki. Başım yakında patlayacak ve her yer sulu sulu, vıcık vıcık beyin olacak. Şimdi bir İskandinav ülkesinde olsam ve başımı bembeyaz karların arasına gömsem. Başımın arkasını suyla ıslatıyorum ve ovuyorum, ama fayda etmiyor. Patlayacak, başım patlayacak ve bütün dünya vıcık vıcık beyne bulanacak. Keşke küçük beyinli, dar kalpli, gamsız ve pervasız bir insancık olsaydım. Ama gelin görün ki, kocaman beyinli ve kalpli bir murakıp... Murakıp da ne mi? Dünyayı tartan, dünyayı düşünen, dünyayı değerlendiren ve dünya dolusu tespitlerde bulunan bir adam...

İskandinav ülkeleri ki güneş doğmayan... Akdenizli olduk da ne oldu, başımız göğe mi erdi ki. Dünyaları kalbimde ısıtırım, ama kendi dünyama hükmüm geçmez. Kalbimde cehennemleri söndürürüm, ama üşüdüğüm zaman dünyamda güneş doğmaz. Gitmeliyim, uzaklaşmalıyım ve İskandinav ülkelerinin tertemiz karlarında beynimi soğutmalıyım. Bu ülkede Doğan Güneş beklemektense, güneşin aylarca doğmadığı ülkelerde ruhumu dinlemek, kalbimden ve beynimden kurtulmak...