3 Şubat 2010

BİR HAFTANIN BAKİYESİNDEN DAMITTIKLARIM

Bir haftayı daha yemek üzereyim. Nasıl bir haftaydı? Verimsiz, bomboş, sıkıcı, gereksiz… Böyle yazmam aslında içimi sızlatıyor. Âdemoğlunun en büyük hazinesi zamandır, ama ben bu sıralar zamanımı, gençliğimi öylesine hoyratça tüketiyorum ki. Bu durum karşısında vicdanım titriyor, ama dur diyemiyorum. Dün akşam saat 21:00 civarında eve geldim. Bir kahve yaptım ki zehir gibi acı ve kitabı elime aldım, ama bir satır bile okuyamadım. Severek okuduğum bir kitap, ama günlerdir 202. sayfaya sabitlendim. Açtım bilgisayarı ve klasik şarkılara daldım: “Aşkımız Eski Bir Roman, Gökyüzünde Yalnız Gezen Yıldızlar, Hatırla Ey Peri, Beklenen Şarkı, Unuttun Beni Zalim, Sevil de Sevme…”. Aslında elim ve benliğim telefona kilitlendi. Ben şu cep telefonunu icat edene neden rahmet okuyayım ki. Eskiden kimsenin cep telefonu yoktu ve sabit telefonları da her an arayamazdık; çünkü konuşmak istemediğimiz birisinin telefona yanıt vermesi mümkündü. Bir hat yetmedi ve gittim ikinci faturalı hattı aldım. İyi mi oldu kontör devrini kapatmam? Kesinlikle hayır. Eskiden kontör olmayınca arayamazdım, ama şimdi iki hattım da faturalı ve bu durum sayesinde insan iyice sabırsızlaşıyor. Aramak istiyorsun sürekli, ama aradığın kişinin ne düşündüğünü bilemiyorsun ki. Ya mağara devrine dönsem, ateş yakarak haberleşmeyi denesem de gerginliğim biter mi? Telefona yapıştım ve sürekli telefonun çalmasını bekliyorum, ama inadına çalmıyor telefon. Şu telefon artık çalsa ve beklediğim güzel haberi alsam da huzura kavuşsam. Bu belirsizlik ortamında kendime gelmem inanın ki mümkün değil. Telefonun çalmama nedeni ya şuysa? Beni kırmamak, üzmemek için telefon çalmıyorsa… Hayır, ben hiç bilemedim insanları umutsuz bırakmayı, bana öğretilmedi kalpleri derin kederlere gömmek, bana hiç anlatılmadı nasıl insanı paramparça edebileceğim… İktisat okuyanlar bilir: Arz ve Talep Kuralı. Arz ve talebin kesiştiği nokta denge noktasıdır ( equilibrium )… Arz ettik ahvalimizi, ama elden gelen ancak bu… Şu telefon ne zaman çalacak ve bana müjde verilecek… Ya telefon çalar ve istemediğim bir haber kulaklarımda yankılanırsa! O zaman eyvah ki ne eyvah. Keşke odun gibi birisi olsaydım, keşke çok zeki olmasaydım, keşke birazcık kötü ve gaddar olabilmeyi başarabilseydim. Şu zehir zıkkım olaylara dur demenin vakti gelmedi mi, bir haykırış olup da avazı çıktığınca bağırmanın zamanı gelmedi mi? Kula kul olmadık, vicdan sahibi olduk, ama gel gör ki hata mı eylemişiz, bilemiyoruz şimdi. Aslında fazla iyimseriz belki de. Hiç çölde begonyalar açar mı, hiç oknaynusun dibinde güneş doğar mı? Gerçekler iç acıtır, ama kabullenmek gerek. Kalp yeterli değil işte. Kalp, beyin, maddiyat ve cismani artılar öne çıkar işte. Kabul ederim, bir öküz en güzel papatyayı çiğner veya hayasızca gırtlağından indirir, ama öyle bir sanallık ki öküzün değeri hiç bitmez. Sen koklamaya kıyamazsın dalında çiçeği, ama çiçeği kökünden söküp öldürenlerin peşinden koşulur, onlar için mücadele verilir, en yakınlarıyla çatışır insan. Bilirsin ki en adiler için nice mücadele verilmiştir, ama insan olana bir el uzanmaz. Bunları bilirsin ve görürsün ve yine de kabullenirsin, benimsersin, affedersin; ama bir anlamı olmaz yaptıklarının. Ne yazık ki böyledir, değiştiremezsin. Talep edilen bu muydu, sürekli istenen bunlar mıydı derseniz, hayır demeyi de biliriz. Ama öyle bir girift bilmece ki, çözemeyiz ve bu girdabın içinde boğulur gideriz. Her şeye rağmen yüreğimiz çok engindir ve asla kin tutmayız, bize uzanacak elleri asla kırmayız; ama o eller uzanmaz ve bir değer bulamaz hissettiklerimiz. Asla kin tuttuğumuz için bunları yazmayız, ama artık bize doğru adım atılsın isteriz. Biz bütün benliğimizle koşarken, inadına bizden uzaklaşma olursa da küseriz, bozuluruz, ama asla kin tutmayz. Böyle işte. Adam olmak idamlık suç bu memlekette. Yakında başımıza da ödül koyarlar ve her köşe başında peşimize hafiye takarlar. Peki sormaz mısınız, madem bunları biliriz, ama o zaman neden bu tuzağa düşeriz? Mantık yetmediğinden dolayı... Kalp ağır basar ve mantığı yener de ondan... Ama biliyoruz ki güneş asla doğmayacak dünyamıza.



Bu arada bir hususu özellikle belirtmek istiyorum. Gerçekten kim olduğum hakkında çeşitli iddialar olabilir, ama kimliğim konusunda emin olabilecek ancak üç beş kişi olabilir. Belki de bir kişi değiliz ve ortak yazılar yazan bir arkadaş topluluğuyuz, belki de emekli bir SAT komandosuyum ve emekli olmanın verdiği can sıkıntısını gidermeye çalışıyorum, belki de 65 yaşında bir psikologum ve uzun yıllardır İsveç’te yaşıyorum vb… Sonuçta kim olduğumun pek de bir anlamı yok. Vakti evvelinde mahlas kullanmadan yazılar yazıyorduk, ama bazı boş beleş insanlar yüzünden gerçek kimliğimizi heybeye kaldırmaya karar verdik. Gerçekten kim olduğumun bir anlamı yok, ama neler düşündüğümün önemli olduğunu bazı insanların anlamasını istiyorum. Devrimler yapmak, dünyaları yönetmek peşinde değilim. Bitmeyen bir hırsla dünya malına saldırmıyorum. Şeytanlarla işbirliği yapıp da mazlumların sefilliğinden yararlanmıyorum. Sadece ve sadece huzur, mutluluk peşindeyim. Dünyaya tapanlar, adiler, hırsızlar, şerefsizler, zalimler ne olur uzak dursun benden. Kimseyi rahatsız etmeye niyetimiz yok, kimsenin tavuğuna kış demiyoruz. İnsanca, onurluca, adam gibi bir hayat istiyoruz. Vesselam.

Hiç yorum yok: